İlk 6 aydan sonra nihayet öğrenci vizemi ve yarı zamanlı çalışma iznimi almıştım. İlk olarak Türkçe öğrenen yabancılar için Türkçe ve İngilizce ses kayıtları yaptığım bir iş buldum. Saatlik ücreti çok iyiydi ama çok az kayıda çağırdıkları için elime geçen para çok azdı. Üstelik bunun benim için çok stresli bir iş olduğu ortaya çıktı. Bazen ders kayıdı koyuyorlardı ve bir Amerikalıyla birlikte 3, 4 saat küçük bir odada oturup Türkçe gramer kurallarını İngilizce anlatmaya çalışan diyaloglar okuyorduk. Nedense benim kısımlarımda çok fazla uzun İngilizce gramer anlatımı vardı. Cümleler kayıtta görevli Amerikalıların bile telaffuzunu google’dan bakmalarını gerektiren terimlerle doluydu, -ın, -in, -dır, -dir gibi Türkçe eklerle kesildiği için iki dil arasında telaffuzum bozulmadan geçiş yapmam gerekiyordu ve ben bu cümleleri ilk defa kayıt anında okuyordum. Üzerimdeki baskıyı düşünebiliyor musunuz? Üstelik bir de kayıt odasında iki kişi olduğumuz için partnerim konuşurken sesli nefes almamaya, kımıldamamaya, ses yapmamaya çalışıyordum. Sonunda şirkete 2 saatten uzun süren kayıtları kabul etmeyeceğimi, bünyemin kaldırmadığını söyledim. Ama odada tek başıma Türkçe cümleler, kelimeler okuduğum kayıtlar keyifli oluyor. Aynı şirket bana daha sonra Türkçe öğrenen insanlara internet üzerinden hocalık yapmak ve çeviri, video kontrolü, yorumlara cevap yazma gibi ıvız zıvır işler de vermeye başladı. Aldığım para yine de çok az olduğu için ve çoğunluğu yabancılardan oluşan ve İngilizce konuşulan ofis bana Japonya’da çalışıyormuşum hissi vermediğinden iş arama çabalarım devam ediyordu.
Bir gün Türkçe çeviri yapacak birini aradıkları bir iş için görüşmeye gidiyordum. Kriz yönetimi diye bir şey yapan, internet sitelerinde silahlı tatbikat videoları olan, ne iş yaptıklarını hiç anlamadığım bir şirketti. Bu iş görüşmeleri sayesinde hiç binmeyeceğim tren hatlarına biniyor, hiç inmeyeceğim istasyonlarda iniyordum. Ofise yakın istasyonda indiğimde GPSim naz yaptığı için google maps ile yolumu bulamadım ve adres üzerinden yol bulmaya çalışırken epey vakit kaybettim. Geç kalmak üzereydim. Sonunda googlemaps çalıştı, haritanın gösterdiği binaya girdim, çeşitli ofislerin adları yazıyordu girişte ama hiçbiri benim aradığım yere benzemiyordu. Küçük basit bir apartmandı ama girişte danışmaya benzeyen bir yer vardı. Şansıma danışmada kimse yoktu ve mülakat saati gelmişti. Çıkıp etraftaki binalar kontrol edecek vaktim olmadığı ve googlemaps kesin bir şekilde bu binayı gösterdiği için çaresiz merdivenleri çıkmaya başladım. İkinci kattaki ofisin önünde Çinli olduğunu tahmin ettiğim biri (çünkü artık Asyalı milletleri tiplerinden tanımaya başlamıştım) ne aradığımı sordu. Japonca falanca şirkete iş görüşmesine geldiğimi söyledim. Adama pek bir şey ifade etmedi. Adresi ve haritayı gösterdim. Biraz beklememi isteyip yukarı çıktı. Bir an doğru yere geldiğimi düşünüp sevindim ama sonra yukarda Japonca olarak “Amerikalının biri geldi yol soruyor” gibi bir şeyler dediğini duydum ve yıkıldım. Üstelik Amerikalı ilan edilmiştim. Sonra İngilizce konuşabilen Bangladeşli bir kızla aşağı indi. Ben gayet Japonca derdimi anlattığımı düşünüyordum ama adam bana tercüman getirmişti, bu duruma çok bozuldum. Üstelik artık kesin olarak iş görüşmesine geç kalmıştım. Sonra adam telefonumu alıp niye bilmem içeri gitti. Kız bilgisayardan bakacak dedi ve benimle sohbet etmeye başladı. Ne zamandır Japonya’daydım, ne yapıyordum, niye gelmiştim, nerden gelmiştim, tek başıma mı gelmiştim, hangi dilleri biliyordum, ne işi için gelmiştim. Bir sürü soru sordu. Sorduğu sorular tuhaf bir şekilde tam iş görüşmesinde sorulacak sorulara benzediği için bir an için acaba burası aslında doğru yer ve şu an mülakat başlamış olabilir mi diye düşündüm. Durum o kadar saçmaydı ki her şey mümkün diye düşündüm. yardım etmek isterken beni rehin almışlardı. Telefonumu aldıkları için gidemiyordum. Oysa adres burası değil demeleri yeterliydi. Aşırı ilgili ve kibar davrandıkları için ne yapacağımı şaşırmıştım. Hala buranın aynı şirkete bağlı bir yer olabileceğini düşündüğüm için bırakın ben gideyim diyemiyordum. Biz kızla merdivenlerde konuşurken adam dışarı çıktı, telefonumun ekranının kapandığını söyledi, ekranı açtım, tekrar içeri girdi. İçerde ne yaptığını anlamıyordum. Artık kesin olarak geç kalmış ve büyük ölçüde işten umudumu kesmiştim. Benim içim içimi yerken beni pek sevmiş gibi görünen kız hala sohbet etme peşindeydi. Kaç yaşında olduğumu sordu. Söyleyince herkes gibi şaşırdı. Benimle aynı yaşta olduğunu düşünmüştüm dedi. Bugün doğum günüymüş, 25’ine girmiş. Doğum gününü kutladım. Yaş aldığı için hüzünlenmiş gibi bir hali vardı. Belki de bu yüzden hayatıma dair o kadar çok soru sormuştu, kendi hayatı üzerine düşünüyor, kendisiyle karşılaştırıyordu. Sonunda içerden telefonla konuşma sesleri geldi. Kız, tamam seni gelip burdan alacaklar dedi. Yerin dibine girdim. İş görüşmesine geç kalmakla kalmamış, komşu şirketten telefon açılıp “Sizinki kaybolmuş, bizde, gelin alın.” denilmesine neden olmuştum. Neden yeri tarif etmek yerine almaya geliyorlardı, bulamayacağıma inanacakları kadar kötü duruma mı düşmüştüm? Adam telefonum ve orta yaşlı başka bir adamla birlikte dışarı çıktı. Müdür de yardım ettikleri Batılıyı görmek istemiş olmalı. İşi çözüme ulaştırdıkları için çok mutlu görünüyorlardı. Apartmanın önünden alınacağımı söylediler. Özgüvenimle birlikte Japoncamı da yitirmiş olmalıyım ki artık her şeyi kızın çevirisinden anlıyordum. Beni hep birlikte alt kata kadar geçirdiler. Bina kapısına vardığımızda beni almaya gelenler de yeni gelmişti. Üçü (Müdür, Çinli ve kız) beni uğurlamaya kapıya kadar inmişti. Eğilerek teşekkür ettim. Ay “Amerikalı”ya yardım ettikleri için o kadar mutlu görünüyorlardı ki. Bense içimden bitirdiniz beni diyordum.
Kapıda beni neşeli tipler karşıladı İranlı bir kız, yarı Faslı yarı Japon bir çocuk, bir de sigara molasına çıkmış babacan bir Japon adam vardı. Patron buydu ve eski polis olması muhtemel diye düşündüm. Patron siz mülakata başlayın dedi ve benim ilk başta girdiğim binanın bir yanındaki binaya girdik. Bir yanı! Kafamı duvarlara vurmak istiyordum, ilk girdiğim yerde bana sadece burası değil deselerdi zaten çıkıp bu binaya girecek ve rezil olmayacaktım. Sonunda ne iş yapıldığını hala çözemediğim ofise girdiğimde ilk gördüğüm şey masanın üzerine yığılmış çeşit çeşit silahlardı. Sahte mi gerçek mi bilmiyorum. Silahların olduğu masaya oturtuldum ve benim tuhaf bakışlarım altında taka tuka silahları kontrol edip, sayıp kaldırdılar. Sonunda adresi bulamamış filan olmamın korktuğum gibi bir etkisi olmadı, işi memnuniyetle bana verdiler. Siyaset bilimi yüksek lisansı yapmış olmamın da olumlu etkisi oldu sanırım çünkü bu Türkiye’deki terör olayları, siyasi olaylar ve Japon turistler için tehlike yaratan olaylarla ilgili Türk gazetelerinde çıkan haberleri haftalık olarak rapor etme işiydi.
Ufak tefek işler yapmaya başlamıştım ama bunlar yurt kiramı bile zor karşılıyordu. Ben de okuldaki çoğu kişi gibi garsonluk yapmak istiyordum. Saatlik ücreti az olsa da haftada bir kaç gün çalışıldığı için iyi para kazandırıyordu. Üstelik ben de gündelik hayata karıştığım ve bol bol Japonca konuşmak zorunda kaldığım bir iş yapmak istiyordum. Dersleri hızlı öğrensem de konuşma konusunda herkesten daha tutuktum. Haftada 15-20 saat garsonluk yapıp, müşteriyle ve diğer çalışanlarla Japonca konuşan okul arkadaşlarımla boy ölçüşmem tabii ki mümkün olmuyordu. Henüz yeni yeni Japonlarla konuşabilir hale gelmiştim ve hocalarımız haricindeki Japonların söyledikleri çoğu şeyi hala anlamıyordum ama benimle aynı, hatta benden düşük sınıfta olanlar garsonluk yapabildiğine göre benimde Japoncam yeterli olmalıydı. Fakat garsonluk işi bulmak sandığımdan çok daha zor oldu. İlk gittiğim mülakatlarda restoran yöneticilerini anlamakta çok zorlandım, çok ter döktüm. Bana söylenenleri tam anlayamıyor ve bu yüzden işe giremiyor olmam çok can yakıcı bir yetersizlik hissinin içime çöreklenmeye başlamasına neden oldu. Hatta bir ara sokaktan Japonca konuşan erkek sesi geldiğinde irkildiğimi ve duymak istemediğimi hatırlıyorum. Böyle başarısız olmaya devam edersem Japoncadan soğuyacağımdan korkmaya başladım. Öte yandan mülakattan mülakata bile Japoncamın ne kadar geliştiğini görebiliyordum. Sonunda bir Belçika bira restoranı için bir mülakata gittim. İlan İngilizce verilmişti ve diğer çalışanlarla anlaşacak kadar Japonca konuşabilir olmanın yeterli olduğu söyleniyordu. Mülakatta biraz konuştuktan sonra restoran yöneticisi “Burası zor bir restorandır, müşteriler de sinirlidir” filan demeye başlayınca tamam dedim ben bu lafları tanıyorum, burası da beni istemiyor. Ama bu sefer öyle olmadı, en kısa sürede başlamamı istiyorlardı.
Şansımın döndüğünü hissediyordum ama bu his daha işteki ilk günümde “Allahım ne yaptım ben!?”e döndü. İş beklediğimden çok daha zor çıkmıştı. Restoran biraz büyükçe ve biraz pahalıcaydı ve genel olarak Japonya’da garsonlardan beklenen hizmet kalitesi biraz yüksekti. Maksimum saygı, ilgi ve güler yüz göstermem gerekiyordu. Menü ansiklopedi gibi ve karışıktı. Restoranda öğrenilecek iş çoktu ama öğretme konusunda pek iyi değillerdi. İlk gün sadece masa numaralarını ezberlememi (hiç kolay olmadı) ve boşalan masaları temizleyip hazırlamak ve çıkan yemekleri servis etmek gibi bir kaç iş yapmamı istediler. Yapabileceğim çok iş yoktu ama boş durmam da hiç hoş karşılanmıyordu. Hiç de ilandaki gibi az Japonca gerektirmiyordu bu iş, çalışanların çoğu hiç İngilizce bilmiyordu ve bana sürekli direktifler veriyorlardı. Neyse ki çoğu yabancılara laf anlatma konusunda yetenekliydi ve sabırlıydılar, ama bazen aynı şeyi iki kere üç kere söylemeleri gerekiyordu ve kendimi aptal gibi hissediyordum. İkinci Manajer dediğimiz genç kadın sürekli hareket halindeydi ve suratında sabit bir gülümseme vardı. Bana biz hizmet için para alıyoruz, müşteriye hizmet etmelisin gibi şeyler diyor ve aldığım parayı hak etmiyormuşum gibi hissetmeme yol açıyordu. Ben de hizmet etmek istiyordum ama ilk başlarda ne yapmam gerektiğini bulamıyordum. “Hadi bir masa boşalsın da temizleyeyim, hadi lütfen yemek çıksın da götüreyim yoksa boş duruyorum diye laf işiteceğim” diye düşünürken yüzüme endişeli bir ifade yerleşiyor ve bu da menajerlerin hiç hoşuna gitmiyordu. Sık sık iyi misin?, her şey yolunda mı?, lütfen gülümse laflarını işitiyordum. Kendimi restorandaki en gereksiz insan olarak görüyordum. Diğer çalışanların sürekli beni izlediğini hissediyordum. İlk gün masayı toplarken yere bir çatal düşürüp biraz ses çıkmasına yol açmıştım. Tam zamanlı çalışanlar hemen yüksek sesle ve askeri bir havayla diğer müşterilerden özür dilemek adına “Rahatsızlık verdik!” diye bağırdılar. Bir de tabak düşürüp kırsam neler olacak acaba diye çok korkuyordum. Başta bana çok uzun çalışma saatleri yazmışlardı. Öğrenci vizesine verilen haftalık 28 saat çalışma iznini doldurmuşlardı. İlk gün okuldan sonra 9 saat (kısa bir yemek arasıyla) ayakta çalışınca bunu kaldıramayacağımı anladım ve çalışma saatlerimi Cumartesi, Pazar 5’er saat olmak üzere ayarladım. Bu işte kaldıramadığım şey fiziksel yorgunluk değil duygusal yorgunluktu. Keşke bu restoran yerine basit, mahalle arasında bir izakaya ya da ramencide iş bulabilseydim o zaman haftada 20-25 saat çalışır daha çok kazanırdım diyordum.
İlk haftalar masa silerken filan “Senin neyine garsonluk. Sen kendi evinde sofra kurup kaldırmasını beceremezsin. Sen anca kitaptan, dersten; tezden, makaleden anlarsın. İnsan bi sınırlarını bilmeli yaa!” diye kendime söyleniyordum. İş öğretmemek, hata yapmanı bekleyip, hatanın üzerine uyarmak gibi çok gıcık bir huyları vardı. Sonunda bunun restoranda çok sayıda kural olmasından ve kimin kime neyi öğrettiğinin bilinmemesinden kaynaklandığını anladım. Öğretmeyip öğretmeyip sonunda restoranın çok kalabalık olduğu bir zamanda pat diye yapmanı isteyebiliyorlardı. Bu yüzden uygun zamanlarda insanların eteğine yapışıp bana şunu öğret, bana bunu öğret demeye başladım. Yavaş yavaş işi becerir hale gelmiştim. Bütün restoranı dikkatle gözlemliyor, kime su servisi yapılacak, hangi masa kalkmaya hazırlanıyor, kime hesap götürülecek, hangi masanın tatlısı geldi de içeceklerin hazırlanması için bar uyarılacak… her şeye yetişiyordum. 2. menajer antenlerin çıkmaya başladı, müşteriyle iletişimin de çok iyi demişti. Tam zamanlı çalışanların benden çok memnun olduğunu hissetmeye başlamıştım. En güzeli restoran Japoncama çok iyi gelmişti. Müşteri gelince masalarına gidip Japonca uzun uzun menüyü açıklıyordum “Burası Belçika bira restoranı. 90 çeşit şişe biramız var” Yabancı olduğum için ilgiyle dinliyorlar, “ooo o kadar çok var mı?” diye ilgilendiklerini belirten tepkiler veriyorlardı. Bazen Japoncamla dalga geçiyorlarmış gibi bir hisse kapılıyordum ama genelde ben menüyü anlatıp uzaklaşırken arkamdan Japoncası ne kadar iyi değil mi? dediklerini duyuyordum.
Her şey iyiye gitmeye başlamıştı ama bu sefer mutfaktaki şeflerle sorun yaşamaya başlamıştım. Bana giderek daha soğuk davranıyor ve her fırsatta sert bir dille uyarıyorlar gibi geliyordu. Neden böyle olduğunu anlamıyordum. Servis elemanlarının aksine şeflerin yabancılara laf anlatma yeteneği yoktu. Dilinizi az bilen bir yabancı söylediğiniz cümleyi anlamazsa bilmediği kelimeler kullanmışsınız demektir ve derdinizi farklı kelimelerle anlatmayı denemelisiz, ama şefler ben söylediklerini anlamadığımda cümleyi aynen tekrar edip ikinci duyuşta anlamamı bekliyorlardı ve boş boş birbirimize bakıyorduk. Restoranda çalışan başka yabancılar da vardı ama sanki uyarılar benim üzerimde odaklanıyor gibiydi. Bulaşıkları bırakırken tabakları boylarına göre ayırmam, küçük tabakların üstüne büyükleri dizmeyi bırakmam konusunda uyarıldıktan hemen sonra kıdemli çalışanlardan olan Fransız adamın benim uyarı aldığım şeyi yapıp geçtiğini görmüştüm. Kadın olduğum için mi günah keçisi seçildim acaba diyordum. Aynı mesaide pek denk gelmediğimiz Fransız kıza nasıl davranıyorlardı acaba? Sonra acaba Japonlar Batılıların Uzak Doğuluları çok fazla ayırt edememesi gibi bizi ayırt edemiyorlar ve Fransız kızın yaptığı hatalar benim haneme mi yazılıyor diye şüphelenmeye başladım. Dil bilmiyorum diye salak muamelesi yapmaya başlamışlardı sanki. Katakana okuyamayan birinin restoranda çalışabilmesinin mümkün olmadığı açık olmasına rağmen şef bana sen katakana okuyamıyor musun? Neden öğrenmiyorsun? Neden Japonca çalışmıyorsun gibi laflar ediyordu. Halbuki ben her gün Japonca okuluna gidiyordum. Bir gün Amerikalı çocuk siparişi yanlış anlayıp ekstra waffle siparişi girmiş. Siparişi götürmek bana denk geldiği için hatayı ben fark ettim. Ben neyin yanlış olduğunu çözmeye çalışırken neyse ki hatayı yapan arkadaş hemen geldi ve durumu açıkladı, sonra da hatayı düzeltmek için mutfaktan dışarı çıktı. Boşu boşuna iki waffle hazırlamış olan şef bana ne olduğunu sordu. İngilizce de olsa az önce önlerinde konuştuğumuz için hatayı yapanın diğer çocuk olduğunun bariz olduğunu sanıyordum ama şeflerin bana takık olduğunu unutmuşum. Çocuğu ateşe atmamak, durumu hafifletmek adına neşeli bir tavırla konuşarak “Hata olmuş. Müşteri burendo (blend coffee) demiş ama o sanmış ki purein (plain waffle) diyorlar.” diye anlatıyordum ki şef çok sert bir şekilde lafı ağzıma tıktı ve “Hata yaptıysan özür dile!” dedi. Afalladım. Az önce önünde konuştuğumuz ve Japonca açıkladığım halde hala hatayı yapanın ben olduğuma inanıyor olabilir miydi? Yoksa tüm servis elemanları adına özür dilemem mi bekleniyordu? Yutkundum. “Özür dilerim ama ben değilim” dedim ciddi bir tavırla. Şeflere kendimi ezdirmemeye çok önceden karar vermiştim. Tam o sırada 2. menajer mutfağa girdi (zaten hep çok iyi zamanlaması vardır ve restoranda olan her şeyi görür bilir). Nasıl olduğunu hatırlamıyorum sanırım arkamdan iterek beni hemen mutfaktan çıkardı, sen biraz burda bekle diye beni bir köşeye dikti. Elim ayağım titriyordu. Menajeri çağırdı ve mutfakta şefle konuştular. Sonra İngilizce konuşan menajer “İçten, bana bunu açıklar mısın?” diye mutfaktan çıktı. Seve seve açıklardım çünkü hatanın benimle zerre alakası yoktu. “Öbürü kahve yerine waffle siparişi girmiş, şefler de nedense benden biliyorlar.” dedim. Ağırıma giden bu meselenin şeflerin bana karşı bir süredir devam eden tavrıyla bağlantılı olmasıydı. Hatayı yapan ben de olsam böyle azarlanmayı hak etmiyordum ve hatayı başkasından bilseler ona böyle sert çıkmayacaklarını da çok iyi biliyordum. Günün sonuna kadar ağlamamak için kendimi zor tutarak mesaimi tamamladım. Bu olaydan sonra şefler bana karşı daha mesafeli davrandılar.
Bu restoran işi sayesinde hem Japonya’da geçimimi sağlar hale gelmiştim hem de Japoncam gelişmişti. Ama hafta sonları çalıştığım için, iyice ağırlaşan okul, hafta da 2-3e çıkan sınavlarla birlikte çok bunaltıcı hale gelmeye başladı. Artık pek fazla gezip, eğlenceli şeyler yapamıyorum. Keyfini süremeyince herkesten uzakta, yabancı bir ülkede yaşamak biraz hüzünlü oluyor. Bunlara şimdi bir de tam zamanlı bir iş bulma stresi eklendi. Martta okul bittiği için bir an önce iş bulmam gerekiyor. Haftasonu tatilimin olacağı ve ayakta çalışıp sürekli gülümsemek zorunda kalmayacağım günleri sabırsızlıkla bekliyorum.
son yorumlar